31 Ekim 2014 Cuma

gece gündüz ayrımı

Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;
- "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"
Öğrencilerden biri;
- "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."
Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."
Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.
Bilge kişi şöyle demiş;
- "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona kardeşim diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, "kardeşim" sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."

AKIL NEDİR?

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:

-Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?

Doktor cevaplar:

-Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz; bir kaşık, bir fincan ve bir kova. Daha sonra ise kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?

Adam:
-Hımmm..Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova hem kaşıktan hem de fincandan büyük.

-Hayır, der doktor. Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.

“AKIL, SADECE BİZE SUNULANLAR DIŞINDA ÇÖZÜM BULMAKTIR.”

ege şivesi



1) -sevgili babaannem sokakta güneşin altında oynayıp
terleyen kuzenime kızmaktadır:

-demingkden ben sene kölgüleede oyna d(e)medim mi?
- .....
-gebeedirin çocuk seni
- .....
-git enki yüzünü yııka gee. sııtındakini de
değiştii.Goş baken!!!!




2) önkü tası horaya go = şu tabagı oraya götür

hangırıya goycem teeze ?(Hangi yere koyacağım teyze..)

Hönkürüye gıı.. (Oraya işte..)

needip goyyonuz (ne yapıyorsunuz?)


3) Otobus yolculugunda kendinden cok su istenen denizlili
bir muavinin;

'sayin yolculaamiz duz mu yaladingiz? hareme kadar su yok gaari'


4) senin oğlan hangi bölümü kazandı?
tıpa kazandı


5) al bunu götüvecesen götürüve, götüvemicesen
götüvecek vaa

Bu paraya götüreceksen götür,
götürmeyeceksen, götürecekler var.


6) nerem deding ? : hasta birisinin şikayetinin ne
olduğunu sormak için kullanılır.


örnek:
kişi a: nerem deding bizim gıız?
kişi b: sooma gareee, öskürü öskürü bitmediii.
soonuda hurama hööle bi ağrı girdi.
kıpırdeyemeyyon. tokturu gitçen hindi;

7)hööle bi yürüyüp gelive biyo , irahmat yaaiyosa semsiyeni de alive-


8) gülü gülü deezem (güle güle teyzem)




9) 'sıranızı geçin'

-denizli anafartalar lisesi müdürünün öğrencileri
hizaya sokmak için söylediği emir cümlesi



10) bu yorelerde pazar yerinde dolasmak da cok
keyiflidir. yasli teyzecikleri opmemek icin zor tutar bazen
insan kendini. ortalikta bir saat dolasip diyaloglari
dinlemek bile meditasyon etkisi yapabilir.


ornek:
- domat
dativeecenmi iki gilo.
- dattim
dattim. aha suracikta. aliveecen mi?
- alcem de tobayi aciveecen mi?
- accem de parami cikariveemedim bi dakka
bekleyiveecen mi?
- bekleyiveririm
nolcekki...
seklinde uzar gider.

bir sure ortalikta dolastiktan sonra 'beni bak'
denilmesi normal gelmeye bile baslayabilir...



11)Denizli'de iki kadın pazarda karşılaşırsa

-ne buuuu neree gidik gidesiiin??
-çocuklaaa döndeeme (dondurma) isteepturuu ne
zımandıı..



12) - biyol ötüvee çil horozum (bir kere öter misin çil horozum?

'dinelmek' vardır, (ayakta) durmak anlamında:

- bizimoğlan orda dinelme de beni bi çay yap.
(arkadaşım/çocuğum ayakta durma da bana bir çay koy.)



gahpeerif(kahpe + herif) sık kullanılan bir küfürdür.
gahpecik,
gahpenin doğurduu, gahpe garı gaşlı (kahpe
karı kaşlı) gibi türevleri mevcuttur. denizli
şivesi ortamda denizlililerle fazla
bulunulduğu vakit dillere pelesenk olmakta, dilin ayarı kaçabilmektedir


14) eşsiz bir şivedir. gapçık ağızlı diye bir kavram
vardır misal. beni bırakın, hala ne olduğunu
anlayabilmiş bir nene, dede yoktur. bu şivenin özü
komedi üzerine kurulu gibidir sanki. misal
dedeniz size küfreder ama
belki anlayamadığınızdan belki de

söylediği şeyin komikliğinden dedenize kızamazsınız bile.


-dede neden bu böyle?
-sus bakem gapçıkaazlı!
-o ne demek dede?
-höyt höyt edip durma bakem gömüveğcem şimcik depçiğine

işte böyle. bu ve bunun gibi kendine ait söylenişi son
derece komik, ama ne anlama geldiği tam bir
muamma olan kelimeler içerir bu şive J

15)Mersindeyiz,Denizlili bir hemşehrimiz
ögretmen..Sınıfta gürültü yapan bir öğrenciye bağırır,


-Kızdırmeyin bene,şindi sene tahtaya kaldırır,
sıfıra bascen.

16)İstanbul'da hamamda başı sabunlu gözleri
kapalıyken sabun kalıbını yürütmüşler
bizimkinin. Olayı arkadasına anlatmış,

-Gahpaçocukları..hamamda bana sabunsuz
kodular(hamamda beni sabunsuz bıraktılar
) 

Düşlerde sevdim seni, söyleyemedim.

Düşlerde sevdim seni, söyleyemedim...
Sessiz öptüm nefesini, söyleyemedim...

Ben seni, hep senin bilmediğin zamanlarda, senin bilmediğin mekanlarda sevdim... Bunu sana hiç bir zaman söyleyemedim... Anlatabilecek kelime bulacağımı hiç sanmadım... Düşlerimdeydin hep... Öyle büyüktü ki varlığın beni aştı ama sana ulaşmadı...
Ben seni, hep uzak sevdim, uzak öptüm... Sessiz, sakin, sen rahatsız olma, ürkme diye, benden kaçma diye usulca öptüm... Her nefesim senindi... Çünkü ben, sen nefes alıp verdikçe vardım... Ama sana ne sesimi, ne nefesimi duyuramadım... Çığlık oldu sevgim, çarpı herkese... Bir sana teğet geçti... Öğrenemedin... Söyleyemedim...


Sana ben şiirler, sözler büyüttüm,
Sana ben baharlar, yazlar büyüttüm,
Sana ben hummalı gizler büyüttüm,
Söyleyemedim...

Her kalemin ucuna düşen harf sendin... Her dilimin ucuna gelen kelime sendin... Ben her yazdığım kelimede seni büyüttüm, ben her kurduğum cümlede seni büyüttüm... Sen bilmedin, ben söyleyemedim...
Bahar sen varsan gelirdi, yaz sen varsan güzeldi... Her gelişin bahar, her dokunuşun yazdı bana... Ben her bahar hüzün kaplar, her yaz yaşlar akıtırdım yokluğunda... Ben her baharı sen diye bekledim, ben her yazı sen diye geçirdim... Bütün güzelliklerini sana büyüttüm... Sen bilmedin, ben söyleyemedim...
En ateşlisi sanaydı aşkın... En güzeli, belki de en büyüğü sanaydı... Gizli gizli yanardı yüreğimde... Aşkım büyüktü, ateşi büyüktü, giz''i hepsinden büyüktü... Gösteremedim... Nasıl beni yakıp, erittiğini bilemedin... Oysa sen buz gibiydin... Yine de gelmedin... Nasıl bir yürek büyüttüm sana gizli gizli... Sen bilmedin, ben söyleyemedim...


Şarkılar yazdım sana, okuyamadım...
Hep yanımdaydın oysa, dokunamadım...

Sana ben hayaller, düşler büyüttüm,
Sana ben gözümde yaşlar büyüttüm,
Sana ben hummalı aşklar büyüttüm,
Söyleyemedim...

Her şarkıya seni koydum, her şarkıyı sana yakıştırdım... Sen varsın diye söyledim hepsini ama sana duyuramadım...
Hep benimle olduğunu hiç bilmedin. Hayalinle yatar, hayalinle kalkardım anlamadın. Anlamadığın, hissetmediğin için dokunamazdım sana, duvarların öyle kalındı ki, yapamadım...

Hayallerimdin işte sen, bütün düşlerimdin...
İyiye, kötüye akan her damla yaş sanaydı, sensiz olmazdı...
Ateş gibiydi işte aşkın, dedim ya yakardı, söndüremezdim...
Ama sen hiç birini bilmedin,
Ben de Söyleyemedim...

unutma ki..

Unutma hakiki erkek, yüzlerce erkekten meydana gelir. Zaten bir zaman sonra, yüzlerce erkeğin sana verebileceğini, bir erkekten beklemeyecek kadar olgunlaşmış olacaksın sen de... Bir kadının aradığı o bir tek erkek, her zaman için hayali bir varlıktır. Hiç olmamıştır.... Her erkekte, aradığın erkeğin yalnızca bir parçasını bulursun. Gerçek bir kadın için, gerçek bir erkek, Allah gibidir, her yerdedir ve hiçbir yerdedir. Aşk da budur zaten! Başka bir şey değil.
Aramaktan vazgeç demiyorum, bulmaktan vazgeç...Kadınlar ağlamak için bir erkeğin omuzuna ihtiyaç duyarlar... Ama başı dolu kadınlar, erkeğin omuzuna ağır gelir... Erkekler kadında kontrol edilebilir zekâ, kontrol edilebilir başarı, kontrol edilebilir yetenek ister. Yani kadının sahip oldukları, erkeğin kontrolünü aşmaya başladığında ilişki biter...

Murathan Mungan

Yalnızlığı nasıl bilirsiniz?

Yalnızlık…
Kimimizin kişisel tercihi.
Kimimizin belki de mahkumiyeti!
Kimilerine göre bir zaaf, bir kusur.
Kimilerine göre büyük bir keyif.

Peki ya siz?
Siz yalnızlığı nasıl bilirsiniz?
Onu sever misiniz?
İster zorunluluk olsun, isterse sizin tercihiniz,
Siz, yalnızlığının keyfini çıkarmasını bilenlerden misiniz?

Kimilerimiz onu bir zaaf, bir eksiklik olarak görse de, bazen bizim tercihimiz, bazen mahkumiyetimiz şeklinde gelse de; insan yalnız kalmışsa eğer, onun tadını çıkarabilmeli, belki de zaman zaman kendisi yalnız kalmayı isteyebilmeli bence. Tabi ki eğer kendiyle baş başa kalmaya, kendisiyle ve hayatla yüzleşmeye, cesareti var ise. Çünkü;

Yalnızlık insanı düşündürür.
Yalnızlık insanı büyütür.
Yalnızlık insana geleceğini şekillendiren düşler kurdurur.
Yalnızlık insanın sırtından yılların yorgunluğunu alır.
Yalnızlık kalabalıklar içine hapsolduğunu anlayan insanın kendine kaçışıdır.
Yalnızlık insanın kendini gerçekten dinleyene, kendini tüm çıplaklığıyla hiç çekinmeden itiraf edebilmesidir.
Yalnızlık insanın kendi içinde ki derinliği görebilmesidir
Yalnızlık insanın kendini önemsemesi, kendine değer vermesidir.

“Yalnızlık insanın kendini sevmesidir”
Bence....

gel diyememek

kışın ayazında kollarında ısındığım
yazın sıcağında gölgesinde serinlediğim
sonbaharın hazanını;ilkbaharın neşesini
dudaklarında tutturduğu türküde bulduğum sevgili;
sevgilim...
sana  acıların en büyüğü!!!

Ben İnsanım, Sevgidir her bir yanım.

Bir Ermeni öldürüldüğünde
Ermeni kadar sızlar yüreğim
Bir Kürt dara düşünce
Kürt kadar yanar ciğerim
Bir Türk çile çekerken
Türk kadar üzülürüm
Onlar bir kere ölür
Ben bin kere ölürüm
Ne camide minare
Ne kilisede çanım
Ben insanım
Sevgidir her bir yanım

Bir halkın kanına
“Zehirli” yaftası takmak
Ve olaylara ırk penceresinden bakmak
Beynimin zerresine yazılmamıştır
Hiçbir ırkın tablosu
Göğsümün tahtasına kazılmamıştır
Ne camide minare
Ne kilisede çanım
Ben insanım
Denizdir her bir yanım

Anıtlık dostlukları
Yüzyıllık komşulukları
Rüzgâra verenleri sevemem
İnsanlıklarını
Eskimiş bir çul gibi
Ayaklar altına serenleri övemem
Ama
Babasının yüzünden de çocuğunu dövemem
Ne camide minare
Ne kilisede çanım
Ben insanım
Deryadır her bir yanım

Üzüncüne ağlayıp sevincine güldüğümü
Arkasından vuramam
Dosta kurşun sıkanın arkasında duramam
Yol gösterip
Yollarına tuzaklar da kuramam
İhaneti yanılgıya yoramam
Ama
Dedesinin suçunu da torunundan soramam
Ne camide minare
Ne kilisede çanım
Ben insanım
Sevdadır her bir yanım

Ha Türk
Ha Kürt
Ha Ermeni
Karaymış
Beyazmış
Sarıymış teni
Irkı ilgilendirmez beni
Zulmedeni babam olsa kınarım
Ama
İnsanı da atalarıyla değil
Yüreğiyle sınarım
Ne camide minare
Ne kilisede çanım
Ben insanım
Ormandır her bir yanım

Küllenmiş ateşleri yeniden asla yakmam
Önümde yıllar varken
Ve zaman hızla akarken
Yangın çıkarmak için geriye asla bakmam
Kabuklanmış yarayı elleyip de kanatmam
Geleceğimi satmam
Geçmişimle de yatmam
Ne camide minare
Ne kilisede çanım
Ben insanım
İnsandır her bir yanım

Haydar Bibinoğlu

HAYAT DİYE BİR ŞEY VAR.

Nedir? Ne oluyor? Unuttunuz mu yoksa yaşadığınızı!
Günler, kızgın küller gibi bütün duygularınızı kavurup öldürerek mi geçiyor üzerinizden!
Arzuyla dudağınızı ısırdığınız olmuyor mu hiç?
Bir müzik sesiyle şöyle bir doğrulduğunuz..
Aniden bir yaz yağmuru gibi boşanıveren sebepsiz sevinçlere inanmıyor musunuz?
Bir ağaç gölgesinde bir an durmak
Bir akşamüstü denize baktığınızda, bu sonsuz suların kıpırtısına şaşmak yok mu artık?
El ele tutuşmak,
Bir avucun bir başka avuca dokunmasının yarattığı ürperti de hayal hanesinde kendine bir yer bulmuyor mu?
Bitti mi bu macera? Çekildiniz mi hayattan!
Hayatın sizin bulunmadığınız yerlerde yaşandığına mı inanıyorsunuz???
Daha bitmeden bitirdiniz mi her şeyi!!!!!
Yorgun ruhunuz yeni coşkular için hazır hissetmiyor mu kendini?
Delirdiniz mi siz??????

Şu köşebaşında karşınıza ne çıkacağını ne biliyorsunuz?
Biliyorum...
Genellikle köşe başlarından açlık, acı ve ölüm çıkıyor karşınıza....
Ama kim bilir?
Belki eski bir dosta, belki güzel bir kadına,
Belki okunmuş kitaplar satan bir sahafa da rastlayabilirsiniz...
Bir piyano sesi duyabilirsiniz...
Ya da bir rumeli türküsü açık bir pencereden...
Bir söğüt ağacı görebilirsiniz çocukken kabuğundan düdük yaptığınız...
Dans adımlarıyla yürüyen bir çift bacak geçiverir önünüzden.
Bir oğlan bir ıslık çalabilir, hatta siz bile çalabilirsiniz...

Ne sevinci ? Ne hayatı ? Ne eğlencesi ?
Para yok ki ! diyorsanız eğer
Emin olun paranız olduğunda da eğlenemezsiniz....
Para eğlenmeyi çeşitlendirir sadece.
Ama eğlenceyi yaratamaz...
Öpüşmek parayla değil! Şarkı mırıldanmak...
Acaba o şimdi ne yapıyor diye düşünmek parayla değil!
TV’de iyi bir film seyretmek parayla değil!
Sizin için demlenmiş bir bardak çayı, bu benim için yapıldı diye
Neredeyse gururla alıp, bardağı ince belinden sıkıca kavrayıp içmek parayla değil!

Bir tabak semizotunu sevinçle paylaşabilirsiniz!
Ve hiç bir pahalı lokantada bulamayacağınız bir tat alırsınız.
Eğer bir tabak yemeği paylaştığınız,paylaşmak istediğiniz insan sa!!!

Hayat diye bir şey var!
Sadece sizin olan! Sadece size ait..
İçinde, sadece sizin gördüğünüz çiçekler açan!
Yalnızca sizin müziklerinizin çaldığı bir bahçe var...
Sokmayın oraya öyle herkesi!
Çiçeklerinizi başkalarının çapalamasını beklemeyin!
Şarkılarınızı başkalarına söyletmeyin!
Anladık ahmaklıklar oluyor,
Aptalca kararlar veriliyor...
Hepinizin hayatından bir şeyler çalınıyor,
Hayallerinizi teker teker buduyorlar...
Ümitlerinizi öldürüyorlar,
Çaresiz bırakıyorlar sizi...
Yenildiniz belki de...
Yenilginin ağır yaralarını taşıyorsunuz ruhunuzda...
Ama gene de bir hayatınız var sizin!
Sadece size ait bir bahçeniz..
Durup soluklanacağınız,
Yaralarınızı yıkayacağınız,
Çiçeklerini seyredebileceğiniz bir bahçe...

Soğukta bir bira içebilirsiniz!
Bir ağacın gölgesinde durabilirsiniz!
Bir an sabaha karşı uyanıp her ay yeniden doğan hilal’e bir bakabilirsiniz...
Çok sevdiğiniz bir kitabı bir daha karıştırabilirsiniz...
Aşık olabilir ya da aşık olmayı düşünebilirsiniz...
Sevdiklerinizi özleyebilir ve bir gün yeniden kavuşabileceğinizi hayal edebilirsiniz...
Geceleri ağaçların daha değişik koktuğunu fark edebilirsiniz...
Yeni bir salata icat edebilirsiniz.
Sevgilinizi çırıl çıplak soyup,evde öyle dolaştırabilirsiniz.
Saçlarınızı her zamankinden daha değişik kestirebilir,
Evinize bir gün de, başka bir yoldan gidebilirsiniz...
Alışkanlıklarınızı değiştirmek için kendinize karşı müthiş bir savaş açabilirsiniz.

Hayat diye bir şey var!
Her zaman, size keşfedilecek geniş alanlar bırakan.
Ne kadar yaşarsanız yaşayın, daima bilmediğiniz, kuytularına sokulamadığınız bir hayat!!!
Sadece size ait bir hayat!

Biliyorum dertler çok...
Ahmaklıklar yapılıyor.
Sıkıntılar bitmiyor...
Günler birbiri ardına buruşup eskiyor...
Yorgunsunuz...
Belki yeniksiniz...
Teslim mi olacaksınız peki???
Hayal kurmayacak mısınız?
Çılgınca sevişmeyecek misiniz?
Bir daha öpüşmeyecek misiniz?
Ağaçlara bakmayacak mısınız?
Denizlere şaşmayacak mısınız?
Ani ve sebepsiz sevinçlere inanmayacak mısınız?
Bir tabak semizotunun tahmin edemeyeceğiniz kadar lezzetli olabileceğini hiç düşünmeyecek misiniz?
Sizin için demlenmiş bir bardak çayı,bardağı belinden kavrayıp
İçmeyecek misiniz her şeyi!
Delirdiniz mi siz?????????

HAYAT DİYE BİR ŞEY VAR!!
EVET ORADA!!!!!
ELİNİZİN HEMEN YANINDA DURUYOR
!

Basralı Ömer'in Tommy Franks'a Mektubu

bu zulüm yerde kalmaz
yemin olsun ki asra.
önce mevtül insanlık (mevt=ölüm)
sonra harabül basra

ben basra'dan ömer.
belki haberin yoktur diye yazıyorum franks;
önce demokrasi yağdı göklerden
sonra özgürlük geçti üstümüzden
palet palet...
ve insan hakları namlularından
yüzü maskeli adamların
saniyede bilmem kaç bin adet.
demokrasi bizim eve de isabet etti
bir gün sonra anladım ayaklarımın koptuğunu
babamın vücudunda
tam on sekiz adet
insan hakları saymışlar.
annem zaten yoktu
ben doğarken
ilaç yokluğundan ölmüş.
ambargo falan dediler ya
anlamadım, çocuk akli iste
sen
daha iyi bilirsin...
sizde de barış böyle midir franks?
insan hakları çocukları yetim,
ve ayaksız bırakır mi orada da?
ya demokrasi?
güpegündüz pazara düşer mi?
ve zenginlik...
insanları korkudan uykusuz bırakır mi?
ve kuşlar gökyüzünü terk eder mi orada da?
babamla söylediğim son dua dilimde,
ayaklarım hastanede,
ve giymeye kıyamadığım ayakkabılar
elimde kaldı...
çocuğun var mi franks?
al... çocuğuna götür onları
bir ise yarasın.
kim bilir baktıkça,
belki beni hatırlarsın

bu nasıl demokrasi
düştüğü yeri yaktı
merhamet hür dünyaya
bu kadar mi ıraktı?

Türkche ' leşen Türkçe ' miz

Yıl: 1965
"Karşıma aniden çıkınca ziyadesiyle şaşakaldım.. Nasıl bir eda takınacağıma hüküm veremedim, âdeta vecde geldim. Buna mukabil az bir müddet sonra kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni fevkalade rahatlatan bir tebessüm vardı.. Üstümü başımı toparladım, kendinden emin bir sesle 'akşam-ı şerifleriniz hayrolsun' dedim.."

Yıl: 1975
"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım.. Ne yapacağıma karar veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum,
yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı.. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'iyi akşamlar' dedim.."

Yıl: 1985
"Karşıma aniden çıkınca fevkalade şaşırdım.. Nitekim ne yapacağıma hüküm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Amma ve lakin kısa bir süre sonra
kendime gelir gibi oldum, nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı.. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'hayırlı akşamlar' dedim.."

Yıl: 1995
"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım.. Fena hâlde kal geldi yani.. Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim..
Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'selâm' dedim.."

Yıl: 2006
"Abi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yani.. Oğlum bu iş bizi kasar dedim, fena göçeriz dedim, enjoy durumları yani.. Ama concon muyum ki ben,
baktım ki o da bana kesik.. Sarıl oğlum dedim, bu manita senin.. 'Hav ar yu yavrum?'"

Yıl: 2026
"Ven ay vaz si hör, ben çok yani öyle işte birden.. Off, ay dont nov abi yaa.. Ama o da bana öyle baktı, if so âşık len bu manita.. 'Hay beybi..'"

Dip Soru: Sizce son konuşmaya şahit olabilmek için 2026'yı bekler miyiz?

yemin edebilirim.

Başörtüsü ve kapalılıktan söz eden insanların aslında kıpır kıpır bronzlaşmış tenlerden söz ettiklerine yemin edebilirim.
Cennetten söz edenlerin ibrişim ve ipekten libaslar içinde dolaşan ceylan gözlü Huri’lerin dokunulmamış taze bedenlerinden söz ettiklerine yemin edebilirim.
Sosyal adaletten söz edenlerin kendi hırsızlıklarını kapatmaya çalıştıklarına yemin edebilirim.Adalet ve eşit dağılım silsilesini/ mekanizmasını/ düzeneğini/ kefesini düzeltmeye çalışırken bunu kutsallaştırıp kendi taraflarına eğdiklerine yemin edebilirim.
Çiçeği elinde taşıyanların, çiçeğin kırmızılığına ve güzelliğine dikkat çekerek dikeni saklamaya çalıştıklarına yemin edebilirim.
Kadın erkek eşitliğini savunanların yeri ve zamanı geldiğinde/kim uygunsa, bu cinsten birisini ezdiklerine/birbirlerine ezdirdiklerine yemin edebilirim.
Kadın hakları diye yırtınanların kadın hak ve hukukuna tecavüz ettiklerine yemin edebilirim.
Tüm çirkinliklerin ve iğrençliğin güzellik adına işlendiğine yemin edebilirim.
Dost vurulunca değil unutulunca kahrından ölürmüş,
Biz dostlarımızı kır çiçekleri gibi avuçlarımızda değil
Kurşun yarası gibi, yüreğimizde saklarız..!

yapın...



Bir saatliğine mutlu olacaksanız, şekerleme yapın

Bir günlüğüne mutlu olacaksanız, balık avlamaya gidin

Bir aylığına mutlu olacaksanız, evlenin

Bir yıllığına mutlu olacaksanız, bir servete konun

Tüm yaşam boyunca mutlu olacaksanız, işinizi sevin...

Seninle yaşlanmak istiyorum

Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum. Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum. Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.

Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız. Sen çok dertlenip, içip, arkadaşlarınla eve gelmelisin. Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız. Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.

Yaşayalım ki, paramız olunca sevinelim. Güzel günlerimizi, evimizde, bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız. Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek... Böylece yaşamalıyız işte.

Sonra çocuğumuz olmalı, düşünsene, senin ve benim olan bir canlı. Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız. Sen arada mızıkçılık yapmalısın. Ve ben söylenerek sıranı almalıyım. Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın. Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.

Zaman su gibi akıp giderken, her şey yaşanmış bir hayatımız olmalı. Her şeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden. Mutlu da olsa, kötü de olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı. Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.

Kavgasız, her sabah gürültüyle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz. Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız. Eve gelip, benden kahve istemelisin. Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız...

Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı \"herşeyde\".



Can Yücel

Seni çok özledim, Anne çook..

Ben gidiyorum anne,
Toprağını öpeyim, sende rüyama gel beni öp.
Mutlaka gel anne,
Sen rüyama gelmeyince sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne.
Sol yanım acıyor anne.
İşte tam şurası,
Sol yanım çok acıyor anne.
Seni çok özledim,
Anne çook...

Artık gitme vaktidir..........

Her gemi bir liman arar kendine. Tüm yorgunluğunu alan, aşkın med cezirlerinde açılmış yaralarındaki tuzu temizleyecek bir liman… Sakin gözler, şefkatli eller… Ve sımsıcak bir göğüs baş ağrısını alan…
Sihirli bir gün, çıkar karşına o liman, atarsın demirini, dinlenirsin o gece…
Uyanırsın kuşlar kadar özgür… Durmuştur kanın ve yine mavi gökyüzü…
Düşüncelerinde tatlı bir sarhoşluk…
Artık gitme vaktidir..........


Ne gemi olmayı o seçmiştir.
Ne de liman ev sahibeliğini…
Kader mi belirlemiştir herkesin yerini.
Gemiler neden bu kadar serseri, limanlar hep fedakardır.
Fedakar olmak hep terk edilmeyi mi gerektirir.
Gemiler hep dalgalı okyanuslara aşık
Limanlar her gemiye sevdalıdır..

sevincin var mı?

Güncemde eski bir anarşistin anıları… hangi sayfaya savrulsam adın kırmızı

İlk harf de öfke........................................ son harf de isyan …

Satır aralarındaki parantez içi yeminleri saymaya (s)özüm yetmez.

Sürüyorum kendimi, sana birikiyorum hücre hücre…

Utanmadan ağlayabiliyorum benden gidişlerine vursan da kelepçeni göz bebeklerime.

Yakamoz başkaldırısı gibi geçtin ömrümden…

Yazgımın rahmine düşmüş kaç yaşanılası düş , kaç ayrılık sancısı var… bilmiyorum…

Dile vurulmuş ağıtlardayım bak şimdi.

Sen damlıyorsun soluma, ılgıt ılgıt süzülüyorsun…

Çığ olup yuvarlanıyor, sevda kaçağı yokluğun göz çukurumdan

Göğsümdeki bu acının, yaranın üzerine bastıracağın, bu kanamayı durduracağın bir sevincin var mı?

30 Ekim 2014 Perşembe

Yalnızlığa Alışılmalı..



Bavulları hep toplu durmalı insanın...

Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vaz*geçmeli...

İhanetlere, terk edilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

* * *

Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...

Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.

Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.

* * *

İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa...

Sokaklar dolusu ıssızlıkla baş başa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...

Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...

"Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...

Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kimse yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmayacak..."

Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...

* * *
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.

Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.

O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...

Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he*saplaşmaya çalışmalı...

Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol*malı...

Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözü pek olabilmeli...

Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

* * *
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...

Yollarla barışmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

CAN DÜNDAR

Topraklar Soğuk mu Anne Üşüyor musun ?

Biliyorum bu satırlarımı okuyamayacaksın.
Bense sana anlatamayacagım içimdeki sancıyı



Anneler Günü Geliyor.....bir bilsen ANNE ne kadar çok nefret ediyorum bu günden.

Kim Anne diye seslanse öyle bir kinle bakıyorum ki gözlerine......
Neden be Anne zamansız ayrılıklara hep gebe bu hayat.


koca kızın artık sen oldun ANNE dediler...
Anne ben senden başka annelik yapan görmedim ki...
daha küçüğüm bile diyemeden yüklediler omuzlarıma
kara deliğin dibine düşdüm...ışıksızdım.elimden tutanda olmadı ANNE.........


Paramız yokdu hatırlarmısın...sen kendine bir etek bile almaz önce çocuklarım derdin...hep önceliğindik.şimdilerde hep eline vurup ekmegi alınanlardan olduk hep bi yanımız eksikdi yokluğunda hep aglamaklıydı gözlerimiz.



Anneler günüymüş nefret ediyorum bu günden aslında ANNE kelimesine karşı bir kinim var....
kim anne diye bagırsa kulaklarımı tıkıyorum duymamak için....nefret şarkıları mırıldanıyor dilim...ellerim buz kesiliyorum kalbim bin parça.....

ben tüm annelerden nefret eder oldum gidişinle....

ben ANNE olmak istemiyorum ANNE...senin gibi ardımda bıraktıklarım olmasın diye sırf bu yüzden korkar oldum evcilik oyunlarından...




topraklar soğuk mu ANNE

üşüyormusun?

SEVİYORUM SENİ

Hüzünlerimin Sevince Dönüşlerinde Seviyorum Seni
Çıkmaz Sokakların Çıkışında İmkansızlıklarda
Nefes Alışımda,Kalp Atışımda Seviyorum Seni
Yaşamak İçin Seviyorum Seni

Güneşin Doğduğu Yerde Seviyorum Seni
Gecenin Ayaz Karanlığının Çiğ Islaklığında
Dünyanın Dönmesi Kadar Gerçek Seviyorum Seni
Bu Evrende Varolmak İçin Seviyorum Seni

Yedi Tepeli Şehr-i İstabul'dan Seviyorum Seni
Boğazdaki Martıların Sessiz Çığlıklarında
Kız Kulesinin İhtişamında Seviyorum seni
Bu Şehirde Sensiz Seninle Yaşayarak Seviyorum Seni

Umutlarımın Başladığı Yerde Seviyorum Seni
İçimde Hergeçen Gün Yeşeren Sevda Tohumunda
Hiç Ayrılmayacağımız Günlerin Hayalinde Seviyorum Seni


Deli Sevdalardır Beni Yaşatan
Ancak Ben Olurum Hırçın Dalgalarında
Zincirler Eylemez Olur Beni Sendeyken
Sadece Aşkının Denizidir
Alevleri Söndüren

Sana Adadım Beni
Senle Yaşarım Her Deliliği
Sensizken Kuru Çöl Kumları Gibi
Kalırım Susuz Yazlar Misali

Bak sevgili dedim

Bak sevgili dedim
Bak gör halimi
Sayfa, sayfa şiirler yazdım sana
Yüreğimi akıttım sözcüklerime
Dedi ki sevdan sığar mı sayfalara
Sığdıra bilir misin sen sevdiğini sözcüklere
Yürek bir sevdalı sözle kanar mı
Dedim ki ben söz oldum da aktım sana
Yüreğim bir sevdalı deniz oldu da aktı şiirin yüreğine
Ben çaresiz bir aşık
Çaresizim ben aşkına
Çaresiz sığındım sevdalı şiirlere
Dedi ki çaresizlik mi var sevdada
Nerdedir çaresizlik
Sevememekte mi
Sevilememekte mi
Dedim ki sana ulaşamamakta
Dedi ki ben imkansızlıkları severim
İmkansızlıkların yaşanmasını severim
Dedi ki ulaşmak için bana
Akmalısın bütün imkansızlıkları yıkarak
Bütün imkansızlıkları imkanlı kılarak
Ben bir çaresizliğine sığar mıyım
Yaşar mıyım çaresizliğe esir birinin aşkını
Dedim ki sen imkansızlıksın benim için
İmkansızlığı sevdiğim için severim seni
Çaresizliğim imkansızlığa olan aşkımdandır
Dedi ki sen bensizliği seçmişsin aşkın için
Dedi ki sen aşkı seçmişsin yasamak için
Nedir benden istediğin
Dedim ki sen olmalısın
Olmalısın ki koşayım sana
Koşayım ki sen her adımda biraz daha uzaklaş benden
Uzaklaş ki imkansızlığın yüreğinde bulayım seni
Benim çarem çaresizliğimin içindedir
Dedi ki ne istersin o zaman benden
Kal dedim yanımda benden uzak durarak
Kal benim yanımda benden adım, adım uzaklaşarak
Ben koşacağım pesinden
Koşacağım imkansızlıkları yıkarak
Dedi ki uzaklaşacağım senden
Uzaklaşacağım bir masalsı aşk yaşamak için
Kaf dağının ardına gideceğim
Kaf dağının arkasından sesleneceğim sana
İmkansızlıkları imkanlı kılmak için
Gelip beni bulman için
Dedi ki rüzgar olacağım
Bir kus olman için
Kanatlarında beni bulman için bir rüzgar olacağım
İmkansızlığın içinde bulman için beni
Dedi ki sen imkansızlığa aşıksın
Aşığım senin imkansızlığa olan aşkına
Dedi ki sen bu aşkta beni aramadın ya
Sen bu aşkta bendeki imkansızlığa aşık oldun ya
Bende aşık oldum senin aşka olan sevdana
Dedi ki bembeyaz bir kar örtüsünün üstünde
Bembeyaz bir çiçek olacağım
Bembeyaz bir koku yayacağım
Gelip beni imkansızlıklar içinde bulman için
Dedim ki sen bu aşkta bana sahiplenmedin ya
Bendeki bu imkansız aşka aşık oldun ya sen
Bende aşık oldum bana duyduğun bu imkansız aşka

Filistinli Cocugun Mektubu



Bağışlayın beni!
Kenarlarında renkli çiçekler olan mektup kağıtlarına yazmak isterdim.
Kelebek kanatları boyamayı,
Kuşların ötüşünü dinlemeyi,
Hatta uçurtma uçurmayı da öğrenebilirdim.
Bağışlayın beni.
Top ateşleri, bomba gürültüleri arasında doğdum ben.
Ninniler yerine, makinelilerin takırtılarıyla büyüdüm.
Renklerden ilk önce, kan kırmızısını tanıdım.
Çiçeklerden önce, ölülerin arasında dolandım.
Hiç saklambaç oynayamadım kelebeklerle.
Üç yaşımdayken, en büyük abimi,
sekizimdeyken, ortancayı kaybettim.
Babamı ellerini bağlayarak götürdüklerinde dokuzundaydım.
Gömdüğümüzde onumda.
Ablam 15’inde terk etti evi.
15’inde kızlar okula gider.
17’sinde dantel örer.
Çeyiz sandığı düzer.
Bizim burada 15’inde kızlar savaşa gider.
Seçme hakkı tanımaz zorbalar bir genç kız olsan bile sana.
Ya evinde oturup ölümü bekleyeceksin.
Ha bugün, ha yarın diye diye yaşarken öleceksin. Ya da…
Ölümlerin ateşinden sesleniyorum size duyuyor musunuz?
Filistin’im ben anlıyor musunuz?
Ama yine de yaşıyorum işte.
Çünkü kanlı topraklarda büyürken yaşamayı…
Çiçek boyamayı değilse de, mezar taşlarında çiçek büyütmeyi…
Kelebek kovalamayı değil ama, tüfek tutmayı öğrendik.
Sokak aralarında mermi kovanlarından oyuncak yaptık.
Patlamamış el bombaları topladık.
Mayınların üstünde sek sek oynadık.
Bu kadar nefret, bu kadar acı arasında yaşamayı…
Karanlıklar arasından güneşe bakmayı becerdik.
Onun için kocaman ve karadır gözlerimiz.
Onun için hâlâ sımsıcaktır, düşmana taş atarken nasırlaşan minik ellerimiz.
Evimizi yıktılar dün.
Bir baştan bir başa mahallemizi yaktılar.
Mermi kovanlarıyla misket oynarken biz, üzerimize bombalar attılar.
Üç arkadaşım can verdi.
Üç küçük çocuk.
Bağışlayın beni, kurtaramadım!
Sarkmıştı omzumdan aşağı kanlı kolum, uzatamadım.
Elim düştü yere, kolum çaresiz…
Kanlarımız karıştı birbirine, arkadaşlarım sessiz.
İşte orada kankardeş olduk biz.
Gözlerim karardı önce.
Başım döndü.
Ama uyumak istemiyorum.
Uyursam arkadaşlarım bu dünyadan göçer diye korkuyorum.
Bağışlayın beni!
Tutamadım kendimi.
Yapıştırmadım alnıma, açık dursunlar diye gözbebeklerimi.
Kaybettim kan kardeşlerimi.
Yaşım 13.
Burada çocuklar çocuk olmaz.
Bebeler bile yaşamak için beşikten siper yapar.
Çünkü İsrail denilen zorbanın Amerikan bombaları,
beşiklere bile mezar kazar.
Ölümlerin içinden büyüyorum.
Minicik yüreğimle, ateşlerin arasından, öfkeyle geliyorum.
Dudaklarımdan dökülen özgürlük türkülerini duyuyor musunuz?
Filistin’im ben anlıyor musunuz?

Yeryüzüne iyi muamele et. O babanızın malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız.

Ağlamaktan korkma. Zihindeki ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile temizlenir.

Toplumumuzdakı Namus Algısı..



Namus kavramı sözlükte ahlak, şeref, haysiyet kurallarına sıkı sıkıya bağlılık biçiminde tanımlanır.
Daha geniş anlamda; kişilerin dürüst çalışması, insan ilişkilerinde dürüst olması, yalan söylememesi, insani değerlere saygı göstermesi, hırsızlık yapmaması gibi genel ilkelerle açıklanır.
Bu bağlamda kadın ve aile de eşlerin birbirine sadakati, çocuklarına bağlılığı olarak ele alınır.
Ancak hemen her toplumda kadının, çocukluktan itibaren başta babası ve erkek kardeşleri olmak üzere kendi ailesinin, evlendikten sonra ise eşiyle eşinin ailesinin denetimi altında tutulduğunu biliyoruz.
Erkek, yalnızca yakını olan kadınların -anne, kız kardeş, eş, kız evlat, gelin vb.- değil deyim yerindeyse mahallenin namusuna da göz kulak olmak zorundadır.
Bizde de kadın cinselliği odaklı bu namus anlayışı yaygındır.
Buna göre kadın; bekaretini korumalı, giyim kuşamı ve davranışları bir kadından beklendiği biçimde olmalı, görevlerini geleneklere uygun olarak yerine getirmelidir.
Kimi çevrelerde kadınlara okula gitme, bir işte çalışma konusunda da söz hakkı tanınmaz. Radyodan bir şarkı istemek, bir arkadaşıyla pastaneye gitmek “aile namusunu lekeleyen davranışlar” olarak görülür.
Beterin beteri; kadın, değişim aracı (berdel) olarak başka bir aileye verilebilir ya da eşini başka kadınlarla (kuma) paylaşmak zorunda bırakılabilir.
Bu konudaki bir diğer yaygın anlayış da kadınlara uygulanan cinsel baskının İslamla ilişkilendirilmesidir. Oysa araştırmalar, bunun İslamdan daha eski olduğu, kadının bir “mal” olarak görülmesinden kaynaklandığı yönünde. Aslında sorunun kökenine inmek, nedenlerini ortaya koymak uzmanların işi; bizi ilgilendiren ise kadınların, kendilerine dayatılan kuralların dışına çıktıklarında cezalandırılmaları.
Aileleri tarafından reddedilme, bulunduğu yerden uzaklaştırma, zorla evlendirme, cezaların en hafifi.
Çevrenin baskısı, tepkiler; kimi kez asılsız iddialar, dedikodular, aileleri sert önlemler almak zorunda bırakıyor.
Namusla ilgili olaylarda çocukların yaptıklarından kendileri sorumlu tutulduğundan anneler de suçluluk duygusuna kapılıyor. Ve olayın sonu cinayete -kimi zaman mağdurun intiharına- varsa da kızından yana tavır alamıyor.
Peki olayların akışı nasıl değiştirilebilir?
Hep savunduğumuz gibi öncelikle, kamu kurumlarının olaylara müdahalesiyle.
Ya tehdit altındaki kadınların korunması?
Bu soruya ayrıntılı bir yanıt verecek durumda değiliz. Ama kadınların baş vurabilecekleri, profesyonel hizmet veren kurumlara olan ihtiyacı görmek için uzman olmak gerekmiyor.
Belediye başkanları, yerel yöneticiler, emniyet görevlileri olayları önlemekle, yasaları tam olarak uygulamakla yükümlü değiller mi? Tıpkı sigara bırakma kampanyaları gibi broşür, afiş, radyo ve televizyon programları vb. etkinlikler yapılamaz mı?
Kadınların küçük yaştan itibaren, olayların önlenmesinde kendilerinin de etkin bir rol oynayabileceğine inanmaları için özgüven geliştirme, kendini savunmaya yönelik bilinçlendirme programları düzenlenemez mi?
İnsan hakları, yasal haklar, kadın hakları öğretilemez mi?


Namus algısı...
Alınacak önlemler, çok sayıda kadının bilinçlenerek suskunluğunu sona erdirip cinsel şiddete karşı tepki göstermesine yardımcı olacaktır.
Toplumumuzda namus algısı yaş, çevre, eğitim düzeyi, din ve mezhep, etnisite vb. etkenlere göre değişiklik gösteriyor. Ancak yasalar bile ataerkilliğe hizmet ediyorsa -ki bu yüzden değişiklikler yapılıyor- işimiz zor demektir.
Kuşkusuz olayların önlenmesinde, zihniyet değişikliği yasaların değiştirilmesinden daha önemlidir.
Araştırmalara göre kente göçte erkekler, kent kültürüyle karşılaşmanın çelişkilerini kadınlara göre daha yoğun yaşıyorlar. Erkek; kimliğini, benliğini yitirme korkusu duyuyor. Doğup büyüdüğü yerdeki otoritesini tehdit altında hissettiğinden özgüven tazelemek için kadına yükleniyor. Şiddeti artıran etmenlerden biri de bu.
Küreselleşmenin getirdiği eşitsizliğin; cinsel şiddeti gelir, sınıf ve kültür farkı gözetmeden tüm dünyada tırmandırdığını da unutmayalım.
Özetle; kadınlara yönelik ‘ayrımcılık’, cinsel şiddeti pekiştiren en önemli etken. Birincisi ortadan kaldırılmadan diğerini bütünüyle önlemek olanaksız görünüyor.

Susmak Ve Öğrenmek



Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı.
Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla.Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım.Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, bir de sen kafamı ütüleme!' derdi.Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip,hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi.
'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.
Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım. Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu.'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.
Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum.Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım.' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş.Bu adam benim herhalde.' dedi.Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi.Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya.Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.

Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki
sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.


Neden ALO deriz?

Telefonu açışımızda kullandığımız “Alo” sözcüğünün Allessandra Lolita Oswaldo isimli kişinin kısaltılmış adı olduğunu biliyor muydunuz? Peki, neden bir başkasının değil de Allessandra Lolita Oswaldo’nun ismi?

Telefonu icat eden Graham Bell, ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti. Atölyesinde telefon çalınca arayanın Allessandra Lolita Oswaldo’dan başkası olamayacağını bildiğinden Graham Bell, telefonu açar açmaz “Allessandra Lolita Oswaldo” diyordu. Bell, zamanla sevgilisine, adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu “Ale Lolos” diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve öne iki heceli bir ad buldu: “Alo!” Allessandra Lolita Oswaldo, geliştirip, tüm kente yaymaya çalıştığı telefondan başka bir şey düşünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsız olmaya başlayınca Graham Bell’i telefonuyla baş başa bırakıp onu terk etti. Yaşlı Bell, sevgilisinin bir gün onu arayacağı umuduyla telefonun başından ayrılmadı. Kentte çekilen telefon hatlarının sayısı da giderek artmaya başlamıştı. Bell’i artık başka kişiler de arıyordu. Fakat o, telefonun her çalışında kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu “Alo” diyerek açıyor ve herkes “Alo” diyordu. O günlerde hemen herkes telefonu açtıklarında Alexander Graham Bell’in anısına saygı olarak “Alo” demeye başladı. Bugün hepimizin kullandığı “Alo” sözcüğü işte buradan geliyor.

Bunlar Sadece Türkiye'de Olur

Yeryüzünde insanlar ya sigara içerler ya da içmezler. İçenler, sigaralarını çakmak ya da kibritle yakarlar. Ve bunların bir cogu da kanserden ölür.

Ama, dünyada demir çelik haddehanesinde çalışan hiçbir işçinin, sigarasını yakmak amacıyla 600 tonluk pres makinesinin arasından emekleyerek geçip
2450 santigrat sıcaklığındaki fırına ulaşmaya çalışırken can verdiği görülmemiştir.
Türkiye'de görülmüştür, Karabük'te...

*********************
Bütün dünyada haşerat, özellikle sivrisinek vardır, buralarda da sinek ilacı kullanılır.

Ama, sivrisinek yutup da midesine kaçan sineği öldürmek üzere ağzına Shelltox sıkmak suretiyle zehirlenip ölen, Türkiye'dedir.
İstanbul, Sultanbeyli'de...

*********************
Dünyanın her yerinde insanlar berbere gidip tıraş olurlar
Ama hiçbir berber, rahatlatmak amacıyla müşterinin kafasını sağa sola kanırtırken adamın boynunu kırıp onu öldürmemiştir.
Türkiye'de öldürmüştür, Erzurum'da...

*********************

Dünyanın hiçbir yerinde bankamatikten para çekmek için düğmeye bastığınızda elektrik çarpmaz ve ölmezsiniz
Türkiye'de ölürsünüz, Bozcaada'da...

*********************

Dünyanın hiçbir yerinde, otoyolda giderken radyoda duyduğu göbek havası eşliğinde göbek atmak için arabayı 'sağ şeride çeken' ve az sonra da arkadan gelen arabanın çarpması
sonucu ölen bilinmez.
Türkiye'de bilinir, Adapazarı'nda...

*********************

Nüfus sayım günü sokağa çıkma yasağı nedeniyle bomboş otoyolda (Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur ve olamaz) sayım görevlisi 'bariyerlere' çarpıp ölmez.
Burada ölür, Gebze'de...

*********************

Dünya'nin hiçbir yerinde aynı işyerinde biri gece, biri de gündüz
vardiyasında çalışmakta olan ve her ikisi de 'mobilet' kullanan bir baba-oğul, birisi işten çıkıp eve gider, öteki evden işe gelirken bir kavşakta karşılaşmazlar ve birbirlerine selam vermek için ellerini kaldırınca çarpışıp her ikisi de ölmezler.
Burada olur, Konya'da...

*********************
Dünyanın hiçbir yerinde marangoz atölyesinde çalışan işçiler paydosta üzerlerindeki talaşları temizlemek için birbirlerine 'kompresör' tutarlarken, biri ötekine şaka yapmak için kompresörü onun arkasına tutmaz, öteki de 'şaka öyle olmaz böyle olur' diye aynı kompresörü berikinin makatına sokmaz ve adam bağırsakları patlayarak ölmez.
Bizde olur, İstanbul, Ayazağa'da...

*********************

Dünyanın hiçbir yerinde gemi mühendisi kazanı kontrol etmek için kazana girdiğinde biri gelip kazanın kapağını kapatmaz ve sonra da gemi yola çıkmaz.
Bizde olur, Kocaeli, Dilovası'nda...

*********************

Dünyanın hiçbir yerinde bir adam ayakkabısının içine kaçan taştan kurtulmak için elektrik direğine yaslanıp ayakkabısını çıkarıp silkelediğinde, yoldan geçen bir başkası onu elektrik çarptığını sanmaz ve elektrikle bağlantısını kesmek amacıyla kafasına kürekle vurarak onu öldürmez.
Bizde öldürür, Rize'de..

Alıntı

Bush = Putin

Benito Mussolini Faşizmi + Adolf Hitler Nazizmi
insanlık tarihine yazılan iki sadist olarak biliniyor, unutulmayacak.

Milyonlarca insanın katilleri anımsanmalı ve barış için mücadeleden vazgeçilmemeli…

2.Paylaşım savaşından 62 yıl sonra bugün emperyalizmin iki elleri kanlı ismi:
Jr. George W. Bush + Vladimir Putin…

1990 Berlin duvarının yıkılışı ya da Sovyetler Birliği ve Sosyalist Ülkelerin Yeni Çar Gorbaçov tarafından teslimiyetinden sonra başlayan şimdiki, Siyonizm’in kuklası USA Başkanı sarhoş kovboy Jr. George W. Bush, eski Başkan babası George Bush'un, 1990-1991 Körfez savaşının ardından "yarım bıraktığı" Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin rejimini devirme işini, 12 yıl sonra 20 Mart 2003 tarihinde ikinci Körfez savaşıyla tamamlamaya karar verdi.

1. Körfez savaşında Mayıs 1990’da Partinin başına getirilen daha sonra Rusya Federasyonu Başkanı olan sarhoş Boris Nikolayeviç Yeltsin, votka Gorbaçov’la kafayı bulurken Baba George Bush'un katlettiği yüz binlerce sivil insan karşısında ayakta durmakta zorlanıyordu.

Sarhoş Boris Yeltsin'in 31 Aralık 1999'da istifa etmesinin ardından Rusya Federasyonunun başına geçen eski KGB ajanı Vladimir Putin 1990’dan beri başta Leningrad olmak üzere devletin en önemli kademelerinde yer alırken USA’nın 2. Körfez savaşında sessiz kalmanın rövanşını bugün Gürcistan saldırısıyla misilleme mi gösteriyor?

Dün Irak’ta sen, bugün Gürcistan’da ben…
Meydan iki emperyalist ülkenin başkanlarına kalmış oluyor…
Dün:
Afganistan, Somali, Irak.

Daha da önceleri Nagazaki, Hiroşima, Vietnam, Kore, Yugoslavya…

Bugün:
Gürcistan…

Yarın:
İran mı?

Savaş yayılıyor, kapımıza dayanmış bekliyor!

Böl yönet de sıra kimde?

Çüş diyen yok bu iki deliye…

Paylaşılamayan zengin topraklar, Kafkasya…
Uğrunda öldürenler-ölenler kimin uğruna?
Ölenler insandır, öldürenler?
Bu suskunluk neden?
Gelecek asırlarda insanlar bizi nasıl anacaklar? Bizlere Barış bırakan atalarımız mı, yoksa meçhul asker anıtlarına bakarak, mutlu azgınların yolunda şehit olmuş “Niyazi” mi diyecekler?

Savaşın galipleri kim?
Savaş tanrısı mı?
Savaş tanrısı kim?
Zafer, Meçhul Asker anıtları nerede?
Yeşil yüzlü Özgürlük anıtı, New York’un göklerine elini uzatmış.

Barış nerede?

HERKES YERİNE
Nurettin Kurtuluş

Savaşsız Bir Dünya Mümkün mü?



Bu bilinmeyenli bir matematik denklemi değil.Ama çözülecek bir denklem de değil.Zor olan da çözülürlüğü yok.Savaş ya da savaşlar kadar kolay birşey olamaz.Dünyada en zor şey barıştır mutlaka...Dünyanın bir çok yerinde sıcak savaşlar olurken, değişik savaş taktiklerini de görüyoruz.Ya da olaylara bakarken anlıyoruz.


Nasıl bir barış istiyoruz?Gerçekten de istiyor muyuz?Mümkün mü dünyaya barışın gelmesi?Belli bir gücü elinde tutan devletler ve bu devletlerde söz sahibi kuruluşlar günümüzde kartel,şirket,lobi,vs..kuruluşlar kendi izlemiş oldukları çizgide savaşlar çıkarıp ya da savaşlara müsade edip çıkarlarını kollamakta.Bu nedenle gücün egemenliğini görebiliyoruz.Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kurumlar, bunların lobi destekçileri,savaşlara seyirci kalmaları insanlık karşısında kara bir leke olarak karşımızda duruyor.Bunlara örnek çoktur.Gelişmiş Avrupa ülkelerinin Afrika'da çevirdiği oyunların haddi hesabı yoktur.Nijeryadaki petrol alanlarını kontrol etmek için BP nin askeri darbeyi yaptırdığını ve ulusal bağımsızlıkçı Biko'yu öldürttüğünü bilmeyen yoktur.Afrika'daki yeraltı zenginliğini sömürmek ve istikrarsızlığı dayatarak kendi kontrollerini sürdürdüklerini günümüzde de görebiliyoruz.Kabile savaşları paramiliter güçler bu şirket devletlerin ekmeğine yağ sürmüştür.Ortadoğu zaten savaşlar diyarı.Yine burada barışın tanrısı ölmüştür.Söz sahibi savaş tanrısıdır.Ölen insanlar,kayıp ve yaralı insanlar çok önemli olmasa gerek ki ortalık bu halde.Yine şirket devletleri yağmalayarak, ulusların özgür devletlerine müsaade etmeyerek bunu göstermiştir.Kaos ortamı başta silah şirketlerini beslemiştir ve bu ülkelerin ekonomisine baktığımızda önemli pastayı elllerinde tuttuklarını görüyoruz.İktidarları etkileyen güç durumunda...Varolan sistemde de hayatı ekonomik gücün belirlediğini görüyoruz.Silah şirketlerinini tanrısının da savaş olduğu sonucunu çıkarabiliriz.Savaş, kan ve gözyaşları ne olursa olsun Latin Amerika'dan Asya'ya Avrupa ve Afrika'ya kadar değişik bölgelerin savaşları uluslara kan ve gözyaşı olarak sıralansa da Blackwater gibi şirketlerin de geçim kaynağıdır.




Evet..Savaş ve barış:Bunlar iki düşman kardeştirler.Birbirlerini hiç sevmezler.Biri geldi mi diğeri kaçar.Paleolotik çağlardan modernizmi ip gibi dizdiğimizde savaşsız zaman olmadığı ya da barışa zamanın kalmadığını ve yer olmadığını görebiliyoruz.Tarım toplumunun toprağı kullanmasıyla başlayan sahiplenmenin savaşın temeli olduğunu görebiliyoruz. Yine bunları takip eden zamanlarda savaşların değişik sebeplere dayandığı olgusu karşımızda.Uygarlıkların bölge hakimiyeti savaşları,ticaret ve yağma savaşları... Örnekleri çoktur.Baktığımızda Hitit İmparatorluğu ile Mısır İmparatorluğu'nun güç savaşı ve Asur kolonilerinin ticaret kervanlarına saldırması ve bu iki düşman imparatorluğun ticari çıkarlar için anlaşmak zorunda kalmaları ünlü Kadeş Antlaşması'na sebep olmuştur.

Tarih sürecinde güçlerin hakimiyet kavgalarının ardından din savaşları başlar.Modernizme yakın ve modern çağlarda etnik milliyetçilik savaşları ön plana çıkmıştır.Günümüzde ise değişen savaş sebeplerinin başında yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve toprak savaşları vardır.

Tarih karşısında hangi sistem model olursa olsun temennimiz insanlığa layık barış bayrağının dalgalanmasıdır...
özgürhaber

29 Ekim 2014 Çarşamba

Gelmiş geçmiş en mutlu çifti kimdi?


Adem ile Havva.
Neden Adem ile Havva
Çünkü:

1- Adem'in de Havva’nın da kaynanası olmadı.

2- Adem de Havva da aldatılmaktan korkmadı.

3-Havva hiçbir zaman kıyafeti ile Adem'i çileden çıkartmadı.

4- Adem:'Arkadaşlarımla maç yapmaya gidiyorum.' diyemedi.

5- Havva kız arkadaşlarını eve toplayıp aksama kadar dedikodu yapamadı.

6- Adem hiçbir zaman poker partisine gidiyorum deyip, gecenin bir
köründe eve sarhoş gelemedi

7- Adem hiç uzun is görüşmeleri için yurtdışına gidemedi. Gitse bile
gittiği yerde otel odasında kalamadı.

8-Sevgililer Günü'nü unutmaktan doğan kavgalar çıkmadı.

9- Randevulara gecikince trafiği bahane edemediler.

10- Yüksek gelen faturalar nedeniyle tartışmadılar.

11- Özel günlerinde birbirlerinin sevmedikleri arkadaşlarını davet
etme gibi bir ihtimalleri olmadı.

12- Adem hiçbir zaman Havva'ya 'Sen bu dünyada gördüğüm en güzel
kadınsın derken yalan söylemedi.

13- Hiçbir zaman röntgenleyen var mi? diye tedirgini lige düşmediler.

14- Onlar enflasyon canavarıyla hiç tanışmadılar. Birikimlerini
batırıp, alacak bankacılarla da hiç karşılaşmadılar.

15- Onlar mutluydular. Çünkü, ne sayıma gerek vardı, ne de sayılmaya.

16- Hiçbir zaman birbirlerinin yüzüne telefonu kapatamadılar.
Telefonda kavga da etmediler.

17- Hiçbir zaman siyaset-politika konusunda dil, din, irk
tartışmasına girmediler

18- Hiçbir zaman Havva, 'Beni en son ne zaman sinemaya götürdün,
En son ne zaman dışarıda yemek yedik demedi.

19- 'Senden başka gül koklarsam namerdim' lafı da gerçekti ve Havva
da bunun doğru olduğuna emindi..

Alıntı

Bana gözyaşı borcun var!

Adam genç kadına seslendi:
- Bana gözyaşı borcun var!

Genç kadın sordu:
- Nasıl öderim?

Adam gözlerini kırptı;
- Haydi gülümse!

Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini çıkarıp, borcunu sildi.
Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki iç cebine koydu.

Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde.
İkisi de bahar kokuyordu...
Biri ilkbahar, diğeri güz.

Adam, seslendi yine;
- Bana mutluluk borcun var!

Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
-Nasıl ödeyebilirim?

Heyecanlandı adam
- Haydi yat dizlerime!

Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca.
Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının.
Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu.
Çaresizliğini ördü sırasıra.
Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı.
Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice.
Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.

Genç kadının gözlerinin içine baktı;
- Bana yürek borcun var!

Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
- Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?

Adam kollarını uzattı
- Haydi tut ellerimi!

Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın.
Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde.
Genç kadın gitmek üzereydi.

Adam son kez seslendi;
- Bana can borcun var!

Kadın irkildi;
- Can mı?

Sigarasından derin bir nefes çekti adam;
- Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!

Hoşuna gitti sözler kadının
- Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?

Adam, biraz daha yaklaştı;
- Yum gözlerini!

Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu
kadının titreyen dudaklarına.

- Bu ne şimdi yaptığın? diyerek çattı kaslarını kadın...

Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi;
- Hayat öpücüğüydü!

Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı...

Adam, şaşırdı;
- Ya senin bu yaptığın neydi?

Genç kadın kapıya yöneldi;
- Veda öpücüğü!

Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik
ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın.


Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
- Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...

Genç kadın sümbülleri aldı:
- Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!

Adam sevindi:
- Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!

Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
- Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!

Haykırışı yağmura karıştı.
Kadın, yağmuru hissetmeyen kalabalığa...

NAZIM HİKMET VE SANAT

Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:

"- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir?" der.

Nazım’ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:

"-Demek Nazım Hikmet sensin", der.
Nazım'a oturması için yer göstermez.

Kısa bir konuşma sonrası, "gidebilirsiniz" der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:

"-Ömer Hayyam adını duydunuz mu?" diye sorar. Müfettiş hemen atılır:

"-Kim bilmez ki Hayyam'ı"

Nazım:

"-Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi?" diye sorar.

Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür,

"Görüyorsunuz, sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak, ama dönemin Adalet Bakanını ve sizi kimse anımsamayacak" der ve çıkar.

Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır ama Nazım koğuşunun yolunu tutmuştur, asla geri dönmez.

Sahi, o dönemin Adalet Bakanı kimdi?

Devrim'e

Gençtik,korkusuzduk,cesurduk biz.Savaşı devrim,silahı kalem,hedefi bağımsızlık olan gençlerdik!Savaşımızın adı gibi yolu da devrimdi ve devrimden geçen her yol bağımsızlığa ulaşıyordu.Biz hiç öğrenmedik sokak ortasında takır takır adam öldürmeyi,hem de hiç gözünün yaşına bakmadan.Hem bize yakışmazdı da bu.Bizi onlardan farklı olduğumuz gerçeğinden saptırır;yolumuzu unuttururdu.Adam gibi de adamdık biz!Gözünün yaşına bakardık karşımızdakinin ve haklının-masumun gözünden yaş aksın da istemezdik.


Silahlarımızdı ama doğrultmazdık kalemlerimizi.Kağıdın üzerinde dans ettirirdik ve yazılanlar meydanlarada dilimizden dökülenlerdi.Kağıtlara da dökerdik yani söylevleri.Okunan kitaplardan dersler çıkarılırdı bizde ve yazılırdı bunlar satır arası boşluklara.


Gençtik!Elbet severdik biz de herkes gibi belki de herkesten daha çok.Yoksa herkes susup oturmuşken,kabullenmişken yanlışı doğru gibi,sin(diril)mişken dört duvar arasında biz neden genç bedenlerimizi kör kurşunlara siper etmiştik.Dedik ya çünkü biz onlardan daha çok sevmiştik.

''Çocuk bunlar daha,baksana bıyıkları bile terlememiş''denemezdi hakkımızda.Gençliğin üstünde bir olgunluğumuz vardı ve gür bıyıklarımız bırakılmıştı üst dudak-burun aralığına.Çelik yeleklerimizdi sırtlarımızdaki ceketler hele de parkalar.Zırhlanmış gibiydik meydanlarda sırtta parka,ayakta postal...En çokta koskoca yürek ve yüreğin koynunda yangı yeri gibi alev alev devrim ateşi.Sloganlarla körüklenir;ciğere giren her solukta daha da alevlenirdi.Sarardı ya benliği bu ateş,biz karlar üstünde bile hiç üşümedik.
''Size mi kaldı'' diyen umarsız bakışlar dikilirdi üstümüze de hiç görmezdik.Sahi ne büyük mutluluk;nasıl bir gururdu ki bu,bize kalmıştı.Bir inildi mi meydanlara oradan hiç ayrılmak istemezdik.Çünkü;her dakika,bir kez daha atılacak bir slogan ve bunu duyacak insanlar demekti.İyi de nişancılardık biz.Koyduğumuz hedefe nasıl ulaşılacağını iyi bilir ve emin adımlarla ilerlerdik.

Şimdi giderken;bırakırken sırayı bizden sonrakilere kalemlerin son dansı kağıtlarda.Son dans son mektuplarda...Ve son sözler yine Devrim'e...Bekle bizi Devrim!Bekle ki ulaştığımız yerde bizi yine sen karşıla!!

bazı kadınlar bazı erkekler...

Bazı kadınlar vardır.
Baktığınızda kaşından gözünden başka şeyler görürsünüz yüzünde. Cinselliklerini çekmişlerdir gözlerine kalem diye. Başkadır bakışları. Hatta tüm halleri.Dişilik değildir , daha başka bir haldir sanki. Buram buram cinsellik kokarlar. Kıyafet değil cinselliklerini giymiş sanırsınız üstlerine. Açık veya kapalı giyinmekle ilgisi yoktur bunun. Dokunamasanız bile bakışlarınız ulaşır bedenlerine. Gezinir rahatlıkla kuytu köşelerinde. Bazı kadınlar salt cinselliklerini verir size.

Bazı kadınlar vardır.
Yoldan geçerken takılır gözleriniz. Dizine yatıp ruhunuzu ellerine bırakasınız gelir. Teninin sıcaklığında erir gidersiniz. Dingindirler, savaşmazlar dünya ile.Gözlerinin içinde bir kadının binbir halini görürsünüz. Erkek olmanın binbir halini de size yaşatırlar. Sıcaktır, şefkatlidir, bağışlayıcıdır, dişidir. Ne giyerlerse giysinler cinsellikleri değildir üzerlerindeki. Kadın olarak vardırlar, cinsellikleri sadece erkeklerine özeldir, size kapalıdır, göremezsiniz. Plajda bikinili bile olsalar ''kapalı'' kadınlardır onlar. Siz ulaşamazsınız kendileri gelmedikçe.Bazı kadınlar ''kadın''dır.

Bazı kadınlar vardır.
Hoyrattır.Acıtır.Mahveder dokunduğu yeri.Erkeğinin sahip olduklarına önem verir sadece.Ondan aldıklarına bakar, erkeğin kendisi hiç önemli değildir.Bir şey veremeyecek duruma geldiğinde ona sırtını dönmesi kolay olur bu nedenle.Hayatı paylaşmasını bilmez bazı kadınlar.Mal paylaşımını hayatı paylaşmak sanırlar çünkü.

Bazı kadınlar vardır yine.
Hayatın yükünü taşır. Yüzündeki her çizgi ayrı bir hüznü anlatır.Bilmez başka türlüsünü.Eştir, anadır, kadındır birileri için.Kendisi için kocaman bir ''sıfır'' olduğunu dert sahibi olunca görür o kadınlar.


Bazı kadınlar vardır.
Yüzüne bakınca gördüğünüz sadece falanca şirkettir. Okumuş, eğitimli, kariyer sahibi ama erkeksiz kadınlardır.Bakış larında görürsünüz bir erkeğe teslim olmayacakları nı.Hayatları nda bir çocuğun kahkahası olmayacaktır hiçbir zaman.İçlerindeki kadının ümitsiz isyanını da görürsünüz o bakışlarda.

Bazı erkekler vardır.
Baktığınızda gördüğünüz sadece bir tomar paradır.Paradan başka bir şeye sahip olamayacak kadar acizdirler o erkekler.Emek vermeyi bilmezler.Paraları kadar sahip olmak isterler herşeye. Paraları yoksa kocaman bir ''hiç'' tirler.

Bazı erkekler vardır.
Hastadır ruhu. Zindan ederler hayatı etraflarına.Koca olamazlar, baba olamazlar, sevgili olamazlar.İlk zamanlar sıcacık sevgi dolu bir erkek sanırsınız.Hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkar canavar.O pençelerin ruhunuzu nasıl ve neden kan içinde bıraktığını anlayamazsınız bile.Kurtulmanı za da izin vermez bazen.Ondan güçlü olmanıza izin vermez.Yoketmek zorundadır.Ruhunuzu öldürür o erkekler.

Bazı erkekler vardır.
Kullanır sizi. Emeğinizi, sevginizi kullanır.Alması nı bilirler sadece.Sevgi veremezler.Hayatı paylaşmazlar. O kadar nazik ve yakışıklıdır ki bile isteye teslim olursunuz.Verdikler iniz tükenince giderler, anlayamazsınız neden terkedildiğinizi.

Bazı erkekler vardır.
Erkektir, babadır, eştir, sevgilidir. Belki zengin değillerdir ama göğsüne sokulduğunuzda dünyanın en mutlu kadını olursunuz.O erkeklerin kendileri hazinedir ve siz ''bilirsiniz' ' bunu.Bakışlarında bütün dünyayı görürsünüz.Ellerini güvenle tutarsınız.Siz hayatısınızdır, bilirsiniz.Ruh eşinizdir, hissedersiniz. Bazı erkekler gerçek bir ''erkek'' tir

alıntı

Yaşamın üç şeyi

Yaşamın geri alınamayan üç şeyi :
Zaman…
Sözler…
Fırsatlar Ve tesadüfler.
Hayatta reddetmemek zorunda olduğun üç şey…
Soğukkanlılık …
Dürüstlük…
Ve umut...
Yaşamı kötüleştiren üç şey...
Kendini beğenmişlik...
Küstahlık...
Ve öfke…
Seçim yapabileceğin üç şey...
Hayallerin...
Başarın...
Ve kaderin...
Hayatta sahip olunan en değerli üç şey…
Kendine saygı
Sevgi…
ve gerçek dostlar…

HAYAT BİR ÇOCUĞA NASIL ANLATILMALI?

Aylin Kotil, Cumhuriyet Gazetesi- 23 Mayıs 2004

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, 'Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum' dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım:

Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın. Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağı nı... Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden...

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğ ini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu, gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret. Kitaplardan keyif almasını, ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını , ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla. Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğretmemiş diğer sevgililerin aksine...

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona.
Aşk acısı çekmenin hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret. Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı. .. Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret. Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat.

Hayatı sorgulamayı öğret ona... Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret. Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı... 'İstemiyorum', 'hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi, Sevdiğinde ise 'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını...

Sorgusuz sevmeyi... El yazısı ile notlar yazmayı... Lafı dolandırmamayı ... Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını, İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret... Ama en çok da kendini sevmesini öğret... Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini. .. Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini.. . Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını...

Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona...

Şeytan Var mı?

Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;

- Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı? Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.

- Evet, her şeyi Tanrı yarattı!

Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine "Evet efendim" diye cevaplar.

Profesör devam eder.

- Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur.

Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.

Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur.

Profesör öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.

Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve "Bir soru sorabilir miyim profesör" der.

Profesör sorabileceğini söyler.

Öğrenci "Soğuk var mıdır" diye sorar.

Profesör; "Nasıl bir soru bu böyle, tabii ki vardır" diye cevaplar. "Sen hiç soğuktan üşümedin mi?"

Öğrenci "Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda/ gerçekte biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz.

Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler.

Örneğin, Absolute 0 (273 derece C) sıcaklığın kesin yokluğudur.

Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir" der ve devam eder.

- Profesör, karanlık var mıdır?

- Tabii ki vardır.

- Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık da yoktur.

Yasamda/ gerçekte karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız.

Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz.

Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar.

Siz belli bir mekanın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz?

Işığın miktarını ölçerek! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/ mekan için kullanılan bir kelimedir. O zaman size son bir soru daha sormak isterim, efendim.

Şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar..

- Tabii vardır. Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz.

O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır.

Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.

Öğrenci itiraz eder.

- Şeytan yoktur efendim.

Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı'nın yokluğudur.

O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı'nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.

Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/ kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarının bir sonucudur.

O, aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk, ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.

Profesör kürsüdeki yerine çöker.

Genç öğrencinin adı Albert Einstein'dir

hayat toprağı tırnaklarıyla yırtıp elde ettiği undan ekmek yaptığında çocuklarına yedirirken, onları yine aç bırakmadığına sevinmek bundan mutlu olmaktır....

Hayat

Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Güven, mutluluk, şefkattir.
Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır
Hayat çetele tutmak değildir...
Hayat;
Seni kaç kişinin aradığı, kiminle çıktığın, çıkıyor olduğun veya çıkacağın demek de değildir.
Kimi öptüğün, hangi sporu yaptığın, kimlerin seni sevdiği de değildir.
Hayat, ayakkabıların, saçın, derinin rengi de değildir.
Nerede yaşadığın veya hangi okula gittiğin de değildir.
Aslında hayat; notlar, para, giysiler, girmeyi başardığın ya da başaramadığın okullar da değildir..

Hayat;
Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Kendin için neler hissettiğindir.
Güven, mutluluk, şefkattir.
Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır.

Hayat;
Kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir.
Ne dediğin ve ne demek istediğindir.
İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir.
Her şeyden önemlisi hayatı, başkalarının hayatını olumlu yönde
etkilemek için kullanmayı seçmektir.

İşte hayat bu seçimden ibarettir.
İnsanların en acizi dost edinemeyen,
ondan daha acizi ise dost kaybedendir

"Hayat bir 'kendin yap' tasarımıdır"


Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz.Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun. Unutmayın...
Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın.
Hiç incinmemişsiniz gibi sevin.
Kimse izlemiyormuş gibi dans edin
.

Tanrı ile Sohbet

Düşümde Tanrı ile konuştum.

"Demek benimle görüşmek istiyorsun?" diye sordu Tanrı.

"Eğer zamanın varsa." dedim.

Gülümsedi, "Benim zamanım sonsuzluktur." dedi.

"Ne sormak istiyorsun bana?"

"İnsanoğlunun seni en çok şaşırtan davranışlarını."

Tanrı şöyle cevapladı sorumu:

"Çocukluktan sıkılırlar, büyümek için acele ederler ve sonra çocukluklarını özlerler...

Para kazanmak için sağlıklarını kaybederler ve sağlıklarını geri kazanmak için para verirler...

Gelecekten endişe ederken bugünü unuturlar, böylece ne bugünde ne gelecekte yaşarlar...

Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar, hiç yaşamamış gibi ölürler..."

Bir süre sessizce oturduk, sonra tekrar sordum: "Bize vermek istediğin hayat dersleri var mı?"

Tanrı bir gülümseme ile yanıtladı sorumu:

"Kimseye kendinizi sevdiremezsiniz, yapabileceğiniz kendinizi yalnızca sevilmeye bırakmak."

"Kendinizi başkalarıyla kıyaslamayın."

"Zengin bir insan hayatta en çok şeye sahip olan değildir, en az şeye ihtiyacı olandır."

"Sevdiğiniz insanları bir kaç saniyede yaralayabilirsiniz, ama yaralarını iyileştirmek yıllar alır."

"Affetmeyi, affederek öğrenirsiniz."

"Sizi çok seven insanlar vardır, ama duygularını nasıl ifade edeceklerini bilemeyebilirler."

"İki kişi aynı şeye bakabilir ama farklı şeyler görebilir."

"Bazen başkaları tarafından affedilmek yetmez, siz kendiniz de kendinizi affetmelisiniz

insan deneyi

Bir camı açık bir odaya 100 kadar tuğlayı belli bir şekilde dizili bırakın.

Daha sonra odaya 2 veya 3 aday gönderin ve kapıyı kapatın. Onları kendi
hallerinde bırakın ve 6 saat sonra odaya giderek durumu analiz edin.

Eğer tuğlaları sayıyorlarsa Muhasebe bölümüne yerleştirin.

Eğer tuğlalari tekrardan sayıyorlarsa Denetçiler bölümüne yerleştirin.

Eğer odanın her yanına tuğla saçmışlarsa Mühendisliğe yerleştirin

Eğer tuğlaları garip bir düzende sıralamışlarsa Planlama bölümüne
yerleştirin

Eğer tuğlaları birbirlerine atıyorlarsa Operasyonlar bölümüne yerleştirin

Eğer uyuyorlarsa Güvenlik bölümüne yerleştirin

Eğer tuğlalari parçalara ayırmışlarsa Bilgi teknolojileri bölümüne
yerleştirin

Eğer boş boş oturuyorlarsa Insan kaynakları bölümüne yerleştirin


Eğer odada değillerse Pazarlama bölümüne yerleştirin

Eğer camdan boş boş dışarı bakıyorlarsa Stratejik planlama bölümüne
yerleştirin

Ve son olarak eger birbirlerine birşeyler anlatıyorlarsa ve tek tuğla bile
yerinden oynamamışsa onları tebrik edin ve üst yönetime yerleştirin..


alıntı

Yüzünü güneşe dönen insan gölge görmez.

çok insanin çöp kamyonu gibi.. Her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular. Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler.
Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.

İşin ana fikri şu ki, başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler. Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla 'size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için dua edin.'

Hayat %10 onunla ne yaptığınız, %90 onu nasıl alıp karşıladığınızdır.


Yüzünü güneşe dönen insan gölge görmez.

Ağlama çocuk güzel günler göreyeceğiz! Güneşli günler..

nedenini siz bulun

-Neden her gördüğümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya çalışırız?
Millet olarak Dünya'da kaybolma kompleksimiz mi vardır?

—Neden insanlar birbirlerine sarılınca sağ-sola sallanırlar?

- *Neden sınavlarda "4 yanlış bir doğruyu götürür" seklinde bir
uygulama ile öğrenciler cezalandırılırlar da "4 doğru bil, bir doğru da
bizden" seklinde bir kampanya başlatılıp zekaya ve riske girme
cesaretine ödül verilmez?

-* Neden öğrenciler ilköğretimin besinci sınıfına kadar
öğretmene "öğretmenim" diye seslenirken altıncı sınıfta bir anda "hocam"
diye
seslenmeye başlarlar?

- * Neden insanlar kapalı bir alandan yağmur yağan alana çıkınca
kafalarını eğerler? Yağmura duyulan saygıdan mıdır yoksa ondan
tırstığımız için midir?

-* Neden dükkanını kapatıp giden esnaf, kapıya "10 dakika sonra
dönücem" yazar, ne zaman gittiğini nasıl anlarız?

-* Televizyona çıkan insanlar neden kendilerini Türkiye'deki bütün
insanların izlediğini sanırlar ? Örn: Şu anda 70 milyon kişi bizi
izliyor...

* Neden gözlerinden öperim denir?
Kimse kimseyi gözünden öpmüş müdür?

- *Düğünlerde neden "Dom Dom Kursunu" ile göbek atılmaktadır. "Bir avcı
vurdu beni, bin avcı beni yedi" gibi sözler esliğinde kendinden geçen
başka milletler var midir?

- *Neden bazı kızlarımız şirin bir hayvancağız
Gördüklerinde "inanmıyorum!" derler.
inanılmayacak olan nedir?

- *Cumartesi ve Pazartesi'nin neden kendi isimleri yoktur?

—Dolmuşlardaki fiyat tarifesinde "en kısa mesafe" neden
"indi-bindi" olarak tabir edilir? Önce inilip sonra mı binilir? Bir
terslik yok mudur?


* Bir programı kurarken neden "kabul ediyorum" ya da "kabul
etmiyorum" seçenekleri vardır? O kadar parayı bayılıp bir bilgisayar
programı satın aldıktan sonra "kabul etmiyorum" seçeneğini
işaretleyen bir takim saf kişiler mevcut mudur?

- * Bulmacalarda boru sesinin karşılığı neden hep "ti"dir?
Bulmacaları hazırlayan arkadaşlar hiç "ti" diye ses çıkaran boru
görmüşler midir?

- *Neden futbol takimi olan Ajax "Ayaks" diye okunur da temizlik
ürünü Ajax "Ajaks" diye okunur?

- * Neden ilanlarda "doktordan temiz araba" di ye yazılır? Hipokrat
yemininde "arabamı temiz kullanacağım" seklinde
 bir madde mi vardır

alıntı

AsLan YürekLi TiLki

Kaplanlarla aslanlar savaştı. Aslanın biri ağır yaralandı. Koşamadı, yetişemedi arkadaşlarına.

Bir ağacın dibinde kurtarılmayı beklerken, tilki çıkageldi uzak köşeden. Fırsat bu fırsat işte! dedi kendi kendine ve hemen su taşıdı kan kaybeden aslana. Tilki için bu bir daha da yakalayamayacağı altın bir fırsattı. Aslan, tilkinin ocağına düşmüştü ve onu kurtarırsa tilkiye borçlanacaktı. Su taşıdı, yaralarına pansuman yaptı, masaj yaptı ama olmadı. Kan kaybından öldü koca aslan. Etrafta hiç kimse yoktu. Aklına bir hinlik geldi tilkinin. Aslanın kalbini söktü ve kendi kalbiyle aslanınkini değiştirdi.

O artık aslan yürekli bir tilkiydi. Cesur adımlarla ormanda dolaşmaya başladı.

Olup biteni başından sonuna kadar izleyen kurt ansızın dikildi tilkinin karşısına ve boynundan kavradığı gibi gel aşağı etti aslan yürekli tilkiyi. Tilki pençe attığını düşünerek ince ayaklarıyla kurda vuruyordu.

Kurt tilkiyi ayaklarından yemeye başladı ve ona:

- Yarım bir aslan olmaktansa, tam bir tilki olsaydın, en azından kaçmayı akıl edebilirdin tilki kardeş. Sen sen ol, bir daha da kendi yüreğinden başka yürek taşıma! dedi.
Akarsu'yum bir anadan doğmadım
Aşkımdan gayrıya boyun eğmedim
Koskocaman şu dünyaya sığmadım
Bir fındık içine sığmış gibiyim

ÖZLEDİM SENİ.



Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir...
Beynimi uyuşturuyor özlemin...
Çok sık birlikte olmasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl
içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp
sürekli bir boşluğa dönüşüyor.
Sabahlara seni okşayarak başlamaları, akşamları her işi bir kenara koyup
seninle baş başa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğünü...
Nasıl da serttin başkalarına karşı beni savunurken; ve ne yumuşak,
bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken...
Ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken...
Hasta olduğunda, o korkunç kriz gecelerinde günler,
geceler boyu nöbet tuttuk başında... O şen kahkahalarına
yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek...
"Atlattı" müjdesini kutlarken yorgun bedenindeki yaraları okşayarak,
doktorun böldü sevincimizi: "Yaşayamaz artık bu evde...
Yüksek binalar ve beton duvarların gri kentinde" dedi,
"O gitmeli... Ve kendine yeni bir hayat çizmeli..."
Bilsen ne zor, gitmen gerektiğini bile bile "Kal" demek sana...
Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unutmandan geçtiğini bilmek...
Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek
ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" demek...
"Beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın
mutluluğa" demek sana ne zor...
Sesimi, kokumu çekip alıvermek beyninden,
sesin, kokun hala beynimdeyken...
Seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
Yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek...
Ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın
arka koltuğuna, birlikte güneşlendiğimiz onca yazı,
yan yana titreştiğimiz onca kışı, paylaştığımız bunca acıyı,
onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına,
arkadan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor...
Ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre "Hızla
uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git" demek...
Yokluğunu beklemek, ne zor...
Bunları düşündükçe, şu anda uzaklarda bir yerlerde
üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engelleri aşıp,
terk edilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları, yalnız bulvarları arşınlayarak
sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak
ve yavaşça üzerini örtmek geliyor içimden...
Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe
dönüşmesinden hicran duyuyorum.
Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde,
terk etmişlere özgü bir terk edilme korkusunu da
yüreğimin derinliklerinde duyarak sana koşmak,
yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek
ve "Dön bebeğim" demek istiyorum:
"Geri dön... Kulüben seni bekliyor..."

Hayat ve Ben



Otuzbeşime bastım geçen hafta...
İlk yarı bitti : Hayat:1 - Ben:0...!!!...
Ama belliydi böyle olacağı
Nicedir başlamıştı belirtiler:
Yolda çocuklar "Amca şu topu atıversene" diye seslendiklerinde
kuşkulanmıştım ilkin...

Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü,
Baktım; lise fotoğraflarım sararmış, sınıf arkadaşlarım yaşlanmış. Eş dost
sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş, seyahat ve aşk yerine...
Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum,
içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine...
Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet
törenlerinde,
-Hayret daha dün değil miydi benimkisi?-
Yıllar yılı dudak büktüğüm "ölümden sonra hayat" masallarına kulak
kabartmaya başlamışım gizliden gizliye...
İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim.
Yaşamın orta sahasına girmişim, irkilmişim...
Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan;
Biri, "daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla, asıl şimdi başlıyor
hayat!... Bundan sonrası rahat!"
Lakin "Buydu görüp göreceğin" diye efkarlanıyor öteki... ikinci yarı geçer
hızla, yaşlanırsın zamanla...
Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak "Sahi oldu mu o kadar?
Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler.
35'le çoktan tanış olanlarsa "Hayata hoşgeldin" pankartlarıyla
karşılamadalar...
İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış
tadı, hayatın... kavganın... aşkın...
Bense şaşkın... devre arası bilançolarındayım.
Son dönemde kimbilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdim, belleğimin
derinliklerinde?...
Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken?...
Ve sustum vicdan sorgularında...
Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen
yediveren gülleri gibi bereketli...
Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun...
Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun... Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık,
şaşıp kalıyorsun...
Oysa -herkes bilmezden gelse de- skoru belli oyunun:
30'larda dedeni ve nineni kaybediyorsun, 40'larda anneni ve babanı... Ve
70'lerde kendini...
Şimdi devre arası, yolun yarısı...
Bugüne dek ancak tanıştık hayatla... Ben ona kendimi tanıttım, O bana
kendini...
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı...
Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları...
Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı...
Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı...
Dönmesin diye başım...
Ben istikballe arkadaşım...
Ne var ki herşey yarım...
Hayat da yarım, sevdalar da...
Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin...
İhanetlerin hesabı sorulmadı...
Nazım'ın dediği gibi "Kopardım portakalı dalından ama, kabuğu soyulmadı,
sevdalara doyulmadı..."
"Doydum diyen görmedim ki ben zaten..."
Lakin gel de zamana anlat bunu...
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin...
Baktım ikinci yarı kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın...
Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını.
Acılar, sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde...
Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler... Kat
kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi,
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını...
İlk yarı bilançom o benim: Yangında ilk kurtarılacak... Kazada ilk
açılacak...
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar
halime... "Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler
Ya da,
"Sebepsiz alçalmış... Bile bile vurmuş kendini dağlara!..."
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikayenin...
Kalanı benimle gelecek...
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı...
Reyhanlar saklayacak sırlarımı...
Skoru bir tek Ege'nin suları bilecek...
Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir...
HAYAT : 0 - BEN : 1

Can Yücel

27 Ekim 2014 Pazartesi

Yine "Ne Çok" Ve "İmkansızı" İstemekteyim...

Gecenin Bilmem Kaçıncı Dilimi..
Dışarıda İçine Çektiğinde Adeta Ciğerleri Donduracak Bir Soğuk..
Ve Ben Uykusu Kaçmış Kelimelerimi Bir Arada Tutmanın Telaşındayım..

Gece... Işıl Işıl Gökyüzü... Önce Her Yıldıza Senin Adini Verdim...
Yetmedi... Hiçbiri Senin Görmediğim Gözlerin Gibi Değildi...
Ben Yalnız Senin Gözlerini Yıldız Bildim...
Herkes Altında Sarhoş Olacağı Yıldızları Ararken...
Ben Senin Görmediğim Gözlerinde Bitirdim İçki Kadehlerini...

Her şey Siyah-Beyazken...
Ben Mavi Bir Düşte Gizlendim...
Konuk Oldum Uykularına...
Gördüğüm Her Rüyanın İçindeydin...
Gördüğün Deniz Miydi...
Ben O Denizin Martısıydım...

Bir Ormanda Mi Yürüyordun...
En Ulu Ağacıydım...
Sonsuz Hasret Ateşiydim Ben Her Gece Kapında Yanan...
Sen Bile Söndüremezdin Beni...
Çünkü... Hasretim Sen Varken de Dinmeyenindendi...


Kolaydı Sevmeler Ben İmkansızı Seçtim...
Ne Kadar Yakınsan O Kadar Uzaktın Bana...
Elimi Uzatsam Tutabilirdim Ama Bir O Kadar Da Ulaşılmazdın...

Kaçanlardan Değildim Ben...
Kaçamadım...

Ne Zaman Vazgeçmeye Kalksam...
Yüreğim O Kocaman Haliyle Dikildi Karşıma...
Ben Yüreğimin Sesini Dinledim... Ve Yüreğim Aslında Sendin...

Her Sözcüğe Denedim Seni Anlatmak İçin...
Her Sözcüğün Üzerinde Durup Bin Kere Düşündüm...
Ya Onlar Anlatamadı Seni Ya Sen Onlara Yetmedin...


Ben Ki Konuşmayı Bu Kadar Seven... Böylesine Laf Cambazı ...
Bir Tek Seni Tarif Edemedim...

Sözcükler Yetmedi Ya...
Renklere Sarıldım Bende...
Bir Tek Mavi Anlattı Seni...
Maviye Yakışan Yalnız Sendin...

Ne Kendimi Sakladım Nede Sözlerimi... Duygularım İçtendi...
Seni Kendimi Sever Gibi Sevdim...

Tutkuyla Bağlıydım Sana Ama Sevdam Senin Tutsağın Değildi...
Ben Özgürlüğüme Düşkündüm...
Ve Özgürlüğüm Sendin...

Dinle Ey Yar.........
Sana Bağımlı Olmadan Büyüttüm
Ben Bu Sevdayı İçimde...
Sen Olsansa Büyümeye Devam Edecek Olmasanda...

Sevmişim Bir Kere Seni Kurtuluşun Yok...Seni Özlemeyi En Çok Ben Bilirim...
Hiç Yakınmadım Seni Özlemekten...

Üstelik... Kavuşmama İhtimali...
İşlenmemiş Bir Taş Gibi Önümde Dikilip Dururken...

Sana Dokunamamak Yüreğimi Böylesine Acıtırken...Yinede Bil Ey Yar.........


Ki Yüreğimi Kanatan Bu Acıya İnat Dokunmadan Tenine Saatlerce Sevişebilirim Seninle.........

Seni Göremeyen Gözlere İnat,Seni Hissedemeyen Ellere İnat,Seni Bir Türlü Bana Getirmeyen Zamana İnat,Seni Sevmekten Vazgeçmeyeceğim...

Ahh Yar
Ahh Hasretim
Sustum Çığlıklarımı Geceye Asıp
Sustum Avaz Avaz Yokluğuna.........

Ahh Yar
Ahh Güneşim
Koştum Adını Dilime Dolayıp
Koştum Düşe Kalka Varlığına .........

Yüreğimin Kalemiyle Yazıyorum Bu Paragrafı; Gözlerini Yumarak Oku.. Biz Hep Yumduğumuz Gözlerle Görmedik mi Birbirimizi..

Bir Hep Gözlerimiz Kapalı Dokunmadık mı Birbirimize..

Bir Hep Gözlerimiz Kapalı Sevmedik mi Sevişmedik mi..


Seni Umutsuzca, Beklentisizce, Hayallerce Sevdim Uzağından...

...Beklentisiz Beklentilerim Yine Kocaman...

...Engel Tanımayan Nüks etmelerin......Karşılıksız Sevdiğim Gibi...

...Olmuyor Keçim ...Olmuyor... Sen Den Gidilmiyor...

...Zaman Yine Aldı Başını Geçip Gidiyor...Tutmak Ne Mümkün...

...Son Bir İstek Dürtüp Duruyor Tüm Bastırmışlıklarımı...

...Sadece Benim Olacak Bir 24 Saat...

...İçinde Senin Olacağın...Ve Her Salisesine Kadar...

...Parçalanarak Tüketeceğim Bir 24 Saat...

...Hiç Konuşmadan...

...Gözlerimi Kapatıp...

...Sadece Varlığını Hissetmek İstediğim...

...Nefesini Duymak...

...Kokunu Almak İstediğim...

...Parmaklarımla Saçlarından Ayak Parmaklarına Kadar...

...Sana Sadece Dokunabileceğim...

...Şu Başı Belli Sonu Belirsiz Yaşamdan Çalınmış Bir 24 Saat...

...Son Dileğim...

...Yine "Ne Çok" Ve "İmkansızı" İstemekteyim...


alıntı